SURİYE’DE SAVAŞ PARİS’TE ANLAŞMA
Mücahit SAV
Mak. Yük. Müh.
Paris’de
Anlaşma
Küresel İklim Değişikliği Anlaşması olan ve günümüzde hala geçerliliğini
koruyan Kyoto Protokolü’nün 2020 yılında sona ermesinden sonra yerini alacak
yeni anlaşma, COP 21’de onaylanmıştır. Aralık 2015’te Paris’te toplanan 21.
Taraflar Konferansı’nda; Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi’nin (BMİDÇS) atmosferdeki sera gazı birikimini iklim için tehlikeli,
insan kaynaklı müdahaleyi önleyecek düzeyde tutmak biçiminde tanımlanan yeni
bir küresel anlaşma 195 ülke tarafından kabul edilmiştir. Anlaşmanın 2020
yılında yürürlüğe girebilmesi için küresel salımların en az % 55’ini temsil
eden en az 55 ülkede yasal olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Nisan 2016’da
imzaya açılacak olan söz konusu anlaşma ile küresel politika hedefi olarak belirlenen sıcaklık artışının
2 °C’nin de altında 1,5 °C’de tutulması amaçlanmıştır.
Türkiye, Ulusal Katkı Niyet Beyanını
(INDC), teslim tarihine bir gün kala 30 Eylül 2015’te BMİDÇS Sekretaryası ile
paylaşmıştır. Hedefini 2030 yılında referans senaryoda öngörülen artıştan % 21
azaltım şeklinde belirlemiştir. Toplam sera gazı salımı 2013 yılında 459,1 MtCO2e
olan Türkiye (enerji sektörü; 311,2 milyon ton ile emisyonların başını
çekmiştir), INDC’deki baz senaryoya göre 2030 yılında 1.175 MtCO2e
salım öngörürken atılacak adımlarla bu rakamı 929 MtCO2e’ye
azaltacağını beyan etmiştir [1].
İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerinden korunmak
için küresel karbon emisyonlarının 2.900 GtCO2’yi aşmaması
gerekmektedir. Buna küresel karbon bütçesi adı verilmektedir. Bu bütçenin 1.900
GtCO2’si, yani yüzde 65’i 2011 yılı itibariyle tüketilmiştir. Mevcut
emisyon artış eğilimi devam ederse kalan 1.000 GtCO2‘in de 2050
yılından önce atmosfere salınacağı düşünülmektedir. 2°C hedefini tutturmak için
2055-2070 arasında net karbondioksit emisyonlarının, 2080-2100 yılları arasında
da net sera gazı emisyonlarının sıfırlanması gerekmektedir [2].
Küresel emisyonlarda en büyük payı iki ülke; ABD ve
Çin almaktadır. Rusya’nın da bu tabloya eklenmesi ile dünyayı kirletenlerin belli
başlı ülkeler olduğu görülmektedir (Tablo 1).
Tablo 1. Ülkelerin Küresel
Emisyonlardaki Payı [2].
Küresel Emisyonlardaki Pay
2012 (%) (1850-2011)
(%)
ABD
% 16,4 %
27
Çin % 24,5
% 11
Avrupa Birliği
% 9,82 %
25
Rusya % 5,18 %
8
Kyoto Protokolü; Çin, Amerika Birleşik Devletleri ve
Rusya gibi dünyanın en fazla kirlilik oluşturan ülkelerinin emisyonlarını sınırlandıramamıştır.
Aynı zamanda Protokol, Çin gibi dünyanın en kalabalık nüfuslu, en çok kirleten
ve büyümekte olan bir ülkeyi kapsam dışında tutmuştur. Bir başka en çok kirlilik
oluşturan ülke Amerika Birleşik Devletleri ise protokolü imzalamamıştır. Gelişmekte
olan bir ülke olarak Türkiye’nin, söz konusu Protokol içerisinde farklı bir
konumda yer almasına rağmen, Paris Anlaşmasında bu özel konumuna da itiraz
edilmiştir.
Türkiye
dahil bir çok ülke Paris’de emisyonlarını sınırlandırmak için artık rakamlarla
konuşmaya başladılar. Aralık 2015’de Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği
Sekretaryasına sunulan Ulusal Katkı Niyet Beyanlarına göre;
-
ABD’nin hedefi; 2025 yılında 2005 yılına göre
emisyonlarda yüzde 26-28 arası azaltım gerçekleştirmek,
-
Çin’in hedefi; 2030 yılında sera
gazı emisyonlarında tepe noktasını görmek ve düşüş eğilimini başlatmak,
birincil enerji tüketiminde fosil olmayan enerji kaynaklarının kullanım oranını
yüzde 20’ye çıkarmak,
-
AB’nin 2030 yılı hedefi; 1990 yılına göre emisyonların en az yüzde 40
oranında azaltılmak,
-
Rusya’nın hedefi ise; 2030 yılında emisyonların 1990 yılındaki seviyelerin
yüzde 25-30 altında olacak şekilde belirtilmiştir [1].
Ülkeler, hazırladıkları sera gazı emisyon envanteri ve
raporunu her sene düzenli olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve
Sözleşmesi Sekretaryasına sunmaktadır. Sunulan raporlarda; enerji, binalar,
ulaştırma, sanayi, atık, tarım, arazi kullanımı ve ormancılık sektörlerinde
salınan emisyonlar hesaplanmaktadır. Emisyonların artışına en çok sebep olan
etkenler; enerji üretimi, sanayileşme ve özellikle savaşlar sonucu fosil kaynakların
artarak kullanılması, ekosistemin dengesini bozacak şekilde müdahale edilmesi
ile ormanlık ve tarım arazilerinin giderek azalması gelmektedir.
Suriye’de Savaş
Savaşlar insanlığa
son vermeden,
insanlık savaşlara
son vermelidir.
(John F. Kennedy)
Arap halklarının
özgürlük ve demokrasi talebi ile başlayan Arap Baharı süreci; Suriye’de 2011
yılında başlamış ve 2016 yılı itibariyle 5 yılı aşkın bir süredir devam
etmektedir. Süreç içerisinde başta Suriye, Libya ve Yemen olmak üzere bir iç
savaşa dönüşen bölge, dünyanın en öncelik arz eden ve
uluslararası düzen ve güvenliği tehdit eden bölgelerden biri halini almıştır. Mezhepçilik anlayışı ile savaşa müdahil olan İran,
Irak ve Lübnan’ın politikası, bölgedeki kaos ortamının en büyük nedenlerinden
biri olmuştur. Denkleme Rusya’nın da katılması, mevcut çatışma ve gerginlikleri
bir savaş ve hatta bölgesel savaş riskine getirmektedir. Böyle bir risk de
sadece çevreyi değil, savaşın yayılma riski düşünüldüğünde insanlığı da tehdit
eder niteliktedir.
Şimdiye kadar
300.000’den fazla ölü, bu rakamlardan daha fazla yaralı ve milyonlarca göçmenin
olduğu bölgedeki savaş, dünyanın diğer bölgelerini de etkileyerek devam
etmektedir. Güney sınırlarımızda yıllardır süregelen Suriye savaşında
kaybedenler; sadece Suriye ve Irak halkları değil, tüm bölge, dolayısıyla
insanlık da zarar görmektedir. Mevcut iç karışıklar veya iç savaş olarak
nitelenebilecek gerginlikler sona erdikten sonra, bölge kalkınsa bile geriye
dönülemeyecek, telafi edilemeyecek zararlar da meydana gelmektedir. Canlıların
zarar görmesinin yanı sıra yerleşim yerlerinin, ekosistemlerin ve orman
alanlarının da zarar görmesi nedeniyle, uzun dönemde bölge ülkelerinin
kalkınması ve refaha kavuşmaları zaman alacaktır.
Suriye
Rejiminin yıllarca kimyasal ve biyolojik silahlar kullanarak şehirleri
bombalaması ve sadece Rusya’nın savaşa müdahil olmasından sonra 5-6 ay
içerisinde 8000’den fazla uçağın kalkış yaparak yerleşim yerlerine bombalar
bırakması tüm canlı ve ekosistemlere olduğu gibi dünyamız atmosferine de zarar
vermiştir.
Birleşmiş
Milletlerin araştırmalarına göre; Suriye’de devam eden savaşta kimyasal gaz olarak
‘sarin gazı’ kullanıldığı saptanmıştır. 1991’de Birleşmiş Milletler tarafından
kitle imha silahı kategorisine alınan bu gazın depolanması ve kullanılması
yasaklanmıştır. Sarin gazı aşırı zehirli bir gaz olup, vücuttaki sinir sistemlerinin dengesini bozarak felç
meydana getirmekte olup, çok küçük bir damlası bile insanı öldürebilmektedir. Gazın
üretimi ve depolanarak saklanması, 1993’te Kimyasal Silahlar Konvensiyonu tarafından
yasaklanmıştır [3].
Çevre
açısından bakıldığında, bombalamaların verdiği tahribat kadar olmasa da hemen
hemen tüm yerleşim yerlerinin tahrip olması ile moloz yığınları ve enkaz
yığınlarına ait kalıntıların atmosfere yayılması ise savaşın başka bir acı gerçeği
olmaktadır. Tüm bunlara ilave olarak savaş sonrası şehirlerin yeniden inşası ve
kalkınması için yatırımlara hız verilmesi, endüstriyel sanayinin ayaklandırılması
için yapılacak olan girişimlerin bölgeye vereceği zararlar da savaşın etkilerine
eklenmelidir.
Suriye Özelinden Dünya Geneline
Savaşların Çevre ve Ekosistem Üzerindeki Etkileri
Tarih boyunca kendisini güçlü görenlerin
yaptığı savaşlar sonucu, insanlığın ve canlı yaşamların yanı sıra çevre, ekosistem ve atmosfer de tehdit edilmiştir.
Ağır bombardıman uçağından atılan bir bomba
patladığında, ortaya çıkan yaklaşık 3.000 °C sıcaklık; sadece atmosfer ile tüm
flora ve faunanın değil, toprağın daha alt katmanlarının da kavrulmasına neden
olabilmektedir. Uzmanlar aynı toprağın yeniden işlenebilir hale gelebilmesi
için 100-7400 yıl geçmesi gerektiğini ileri sürmektedirler [4].
Savaşların
çevreye verebileceği zararların başında; emisyonların tutulmasında en çok etkisi
olan ve büyük yutak alanları olarak nitelendirilen ormanların tahrip edilmesi
veya bozulmaları gelmektedir. Ormansızlaşma büyük bir karbon emisyonu nedenidir. ABD’nin 70’li yıllarda yaptığı Vietnam savaşında, dünyanın en
büyük ormanlarından Yağmur Ormanlarına zarar vermesi, sadece o bölgeye değil
tüm dünyayı etkilemiştir.
Savaşta taktik olarak çevrenin tahrip
edilmesinde defoliant (kimyasal ilaç) kullanılması ilk kez Vietnam savaşında
1965-1971 yılları arasında ABD tarafından başlatılmıştır. ABD 3640 km2’lik
ekin alanına 55 milyon kilo defoliant serpmiştir. Bunun sonucunda düşmanın
yiyecek kaynaklarının kurutulması hedeflenmişse de uygulamanın başarılı olmadığı
tespit edilmiştir [5]. Yoğun miktarlarda
kimyasal maddelerin kullanımı sonucunda tarım alanları, ormanlar ve su
kaynakları yok edilmiş ve diğer çevresel etkilenmenin bilinmeyen boyutları
bugün halen aktif olarak canlı yaşamını tehdit etmektedir.
1990 yılındaki Körfez Savaşı ve Kosova
tecrübeleri; konvansiyonel silahların çevreye vermiş oldukları tahribatı gözler
önüne sermiştir [6]. Kosova savaşı sırasında
özellikle Sırplar, bölgedeki doğal kaynaklara ve çevreye onarılmaz zararlar
vermişlerdir. Hava saldırıları sırasında; 1200 uçak, 78 gün boyunca bölgeyi bombalamıştır
. Toplam 25 bin uçuş yaparak 17 bin saldırı gerçekleştiren uçaklar, on binlerce
bombayı yerleşim yerlerine atmışlardır. Kimya tesislerinin bombalanmasıyla
çıkan yangınlarda oluşan partikül madde dumanları 10 gün sürecince 15 kilometrelik
çevreye yayılarak, yağmurun yağması sonucu tam bir felakete dönüşmüştür. Bunun
sonucunda başlayan asit yağmurları sonucu, Romanya'da pH oranı yağmur suyunda
5,4, Bulgaristan'da ise pH oranı 4,2 olarak ölçülmüştür. Romanya semalarında
yüksek oranlarda ise kükürt dioksit, azot oksit ölçülmüştür (maksimum sınırların
10 katı fazlası) [7].
Savaşlarda ve çatışmalarda düşmanın ekonomik
yeterliliğini ortadan kaldırmak amacıyla endüstriyel tesislerin çok sık
hedeflendiği görülmektedir. Yapılan saldırılarda ortaya çıkan endüstriyel
kimyasallar sivil halkı ve normal yaşamı etkilemektedir. Örneğin Balkanlardaki
savaş süresince NATO’nun, Belgrat çevresindeki bazı petro-kimya tesislerini
bombalamasının ve bu sırada bir plastik fabrikasıyla ve bir amonyak üretim
tesisinin tahribi sonucunda ortaya çıkan klorin, etilen diklorid, vinil klorid
monomerleri gibi toksinlerin atmosfere yayılarak, yalnızca akut yaşam
fonksiyonlarına yönelik değil, aynı zamanda çevrede kalıcı bir kirliliğe neden
olduğu bilinmektedir [8].
Bilim adamlarına göre; Irak ordusunun 732
Kuveyt petrol kuyusunu ateşe vermesi günde yaklaşık 6 milyon varil petrolün
yanmasına neden olmuştur ve bu yangın ancak 258 günde söndürülebilmiştir [9]. İran-Irak savaşında; petrol taşınması sırasında meydana
gelen kazalar ve endüstriyel atıklar sonucu ekosistemde büyük bir tahribat
oluşmuştur ve bunun olumsuz etkilerine halen rastlanılmaktadır. Dünya
Kaynakları Enstitüsü’nün (World Resources Institute) araştırmasına göre;
İran’ın bölgeden 2 bin kilometre uzaklıktaki çiftliklerinde topraktan alınan
örneklerde petrol, sülfür, kurum ve zift gibi atıklar bulunmuştur. Tonlarca
kirletici gaz atmosfere karışarak Suudi Arabistan ve İran’da yağlı kara
yağmurlar ve 1.500 mil ötede Keşmir’de kara kar yağışları oluşmasına neden
olmuştur [10].
Günümüz savaşlarında büyük
silah üreticisi olan ülkeler genellikle ve öncelikle üretilmiş milyonlarca ton
eskimiş silah ve cephaneyi kullanmaktadırlar. Kullanım süresini doldurmuş ve
eski teknolojilerle yapılmış silahlar, bıraktıkları atıklarla dünyayı
kirletmeye devam etmektedir. Savaş sonrası kullanılmayan ve elde kalan silahlar
da ya savaş alanında bırakılmakta, ya savaş yapılan ülkenin sınırları
içerisinde yok edilmekte ya da ülkeye geri götürülmektedir.
Sovyet Birlikleri 1992'de
eski Doğu Almanya'yı terk ederken, 1,5 milyon ton cephane; geri dönüş
maliyetleri çok yüksek olduğu için yakılarak tahrip edilmiştir. Tüm Doğu
Almanya topraklarının % 4’ü Sovyet Birlikleri tarafından yoğun bir şekilde
kirletilmiştir [11]. Ortaya çıkan nitrojen oksitler, yüksek toksik
kimyasal dioksitler ve civa gibi ağır metaller, çoğunlukla yakılarak filtresiz
bir şekilde atmosfere salıverilmiştir.
Savaş yüzünden ekonomileri zaten altüst olmuş
ülkeler, savaş sonrasında bir de mayınlı alanlarla uğraşmak zorunda kalmaktadırlar.
Mayınlı olduğu için kullanılmayan ormanlık alanlar, otlaklar ve tarım alanları
ekonomi ve ekosistem için büyük bir kayıptır. Bugün Afganistan ve Kamboçya
topraklarının % 35’i mayınlar yüzünden kullanılamaz durumdadır [6].
Yerleşim
birimlerinde yaşayanların yerlerinden edilmeleri, mülteci konumunda olan
insanların tercihen yakın bölgelere, akabinde tüm dünyaya yayılmaları ülke
ekonomilerini olduğu gibi çevreyi ve ekosistemi de tehdit etmektedir. II. Dünya Savaşı
sırasında kentlerin bombardımanı sonucu ormanlık, tarımsal alanlar, ulaştırma
sistemleri ve sulama ağlarının yok edilmesi çok büyük boyutlu çevresel
felaketlere yol açmıştır. Savaşın sonunda 50 milyon insan yaşadıkları yerleri
terk ederek göçmen durumuna düşmüştür [12].
Hala devam eden Suriye savaşında tüm dünyanın
son yıllarda gördüğü en büyük mülteci krizi yaşanmaktadır. Ülkemizin en uzun
sınır komşusu olması sebebiyle Suriye’den sadece Türkiye’ye sığınan 2.750.000’a
yakın göçmen bulunmaktadır [13]. Bu da Suriyeli nüfusun,
İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa’dan sonra Türkiye’nin 5. “büyük şehirli”
nüfusu olmasına yol açmıştır. Diğer bir dikkat çekici noktayla ifade edilirse,
Türkiye’nin en küçük 15 ilinin toplamından daha büyük bir Suriyeli nüfus vardır.
Küresel Savaşlardan Paris
Anlaşmasına - Küresel Emisyonlar
Paris’de ülkelerin bir
mutabakata varmasından sonra,
Fransa Devlet Başkanı François
Hollande, Anlaşma için
“Paris’in gördüğü en barışçıl
devrim” nitelemesi yapmıştır.
Tüm bu örneklerden görüleceği üzere; savaşların
canlılara, ekosisteme, atmosfere kısacası tüm çevreye zararları saymakla
bitmeyecek gibi. Özellikle 1800’li yıllarda petrolün bulunmasıyla fosil yakıtlı
bir dünyanın ortaya çıkması ve gelişmiş ülkelerin sanayi devriminden sonra
kendi ülke sınırları içerisinde yapmış oldukları kalkınma çabaları sonucu
dünyamız oldukça kirletilmiştir. Bunun yanı sıra kendi sınırları içerisinde
dünyamızı kirletenlerin, bir başka bölgede üstelik, kendisine çok uzak,
dünyanın başka bir noktasında yapmış olduğu savaşlar sonrasında çevreye ve
ekosisteme verdiği zararlar düşünülmemiştir.
Su ve gıda kıtlığı, çölleşme,
ormansızlaşma, aşırı iklim değişiklikleri gibi çevresel faktörler insanlığı
daha büyük göçlere ve savaşlara götürebilmektedir. Büyük çevresel sorunların
savaşların çıkmasına sebep vermesi gibi savaşlar da büyük çevresel sorunlara
sebep olmaktadır.
Dünyanın herhangi bir noktasında çevre ve ekosisteme verilen
zarardan, sadece o bölge değil dünyanın çok uzak, çok farklı bölgeleri de etkilenebilmektedir.
Ortadoğu ülkeleri, özellikle Körfez Ülkeleri, Paris’de kabul edilen anlaşmaya
göre gerçekleştirecekleri emisyon azaltımlarını birer birer beyan ettiler.
Ancak beyan edilen miktarların gerçekleşmesinde sadece bu ülkelerin değil,
bölgeye savaş veya yatırım sebebiyle gelen her ülkenin sorumluluğu
bulunmaktadır.
Rusya veya İran gibi ülkelerin verdikleri ulusal niyet katkı
beyanları (Tablo 2) Birleşmiş Milletler temsilcilerince incelenirken sadece
ulusal bazda değil, uluslararası arenada ve dünyamızın başka bölgesine zarar
verilmesi halinde, zararlar kirletenlerin hanesine yazılmalıdır. Bu nedenle;
bölgemizde yapılan Suriye savaşında veya dünyanın başka bir noktasındaki
savaşlara müdahil olan her ülkenin dünyayı kirletmesine verdiği katkının, o
ülkeleri hanesine eklenmesi gerekmektedir. Kyoto veya Paris anlaşmasında
verilecek (verilmemesi gereken) finans destekleri de yine o ülkelerin zarar
hanesine aktarılmalıdır.
Tablo 2. Ülkelerin Ulusal Niyet Katkı Beyanı (2030 yılında) [1]
Ülke
|
Niyet Beyanı (%)
|
Referans Yıl
|
ABD
|
26-28
|
2005
|
Çin
|
60-65
|
2005
|
AB
|
40
|
1990
|
Rusya
|
25-30
|
1990
|
İran
|
4
|
2010
|
Suriye
|
-
|
-
|
Türkiye
|
21
|
2012
|
Hemen hemen her ülkenin bir dış politikası, iç politikası,
enerji politikası gibi çevre politikası da vardır. Ülkelerin çevre
politikaları; başka ülkelerin dış siyaset politikası veya enerji politikaları
yüzünden sekteye uğrayabilmektedir. Bu politikalara beklenmeyecek şekilde en
çok etki eden unsur ise küresel savaşlardır. Zira, mevcut askeri teknoloji,
dünyayı birçok defa yıkabilecek seviyede tahrip edici olup, bunların
kullanılması durumunda insanlığın kendi kıyametini kendi eliyle
gerçekleştirdiği bir dünya ile karşılaşması mümkün olabilir.
KAYNAKLAR
1.
http://www4.unfccc.int/submissions/INDC/Submission%20Pages/submissions.aspx Erişim
Tarihi: 02.03.2016
2.
Türkiye
için Düşük Karbonlu Kalkınma Yolları ve Öncelikleri, WWF-İPM\İstanbul
Politikalar Merkezi Raporu,
3.
Güçtürk Yavuz, İnsanlığın Kaybı,
Suriye’deki İç Savaşın İnsan Hakları Boyutu, SETA Yayınları, 2014
4.
CENTNER,
CHRISTOPHER, (1996), “Environmental Warfare: Implications for
Policymakers and War Planners”, Strategic Review, 24: 71-76 Spring,
5.
WESTING
AH., (1980), Warfare in a fragile world: military impact on the human
environment,
London (UK), Taylor & Francis,
6.
Altuntaş
Hakan, Savaşların Çevresel Boyutu ve Ekosistem Üzerindeki Geri
Dönüşü Olmayan Etkileri,
7.
Internatıonal Crısıs Group, (2000), Kosovo report card, Pristina/Brussels, The Group,
Aug 28. ICG Balkans rep
no. 100
8.
WESTING
AH., (1990), Environmental hazards of war: releasing dangerous forces in
an industrialized world, Thousand Oaks (CA), Sage Publications,
9. Encyclopaedia
of Persian Gulf War (1995), Environmental
Effects of the Persian
Gulf War, Santa Barbara,
California: ABC-CLIO, Inc.,
10. HORGAN J., (1991), “Burning
questions”, Sci Am,
11. ORIANS GH, PFEIFFER EW., (1970), “Ecological
effects of the war in Vietnam”,
Science,
12. LAQUER W., (1984), Europe since
Hitler, New York, Penguin Books,
13. http://aa.com.tr/tr/turkiye/basbakan-yardimcisi-akdogan-turkiyedeki-suriyeli-gocmen-sayisi-2-milyon-733-bin-784/534997,
Erişim Tarihi: 10.03.2016