21 Aralık 2015 Pazartesi

Elektrik Piyasası


ELEKTRİK PİYASASI
Mücahit SAV

4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun temel başlangıç noktası ve esin kaynağını 1996 tarihli AB Elektrik Direktifi oluşturmaktadır. 1998 yılında ise AB Doğal Gaz Direktifi çıkarılmış ve ülkemizde de sürece 2001 yılında uyumlaştırılması sağlanmıştır. Petrol ve LNG'nin eklenmesi ile kapsamlı bir enerji piyasası oluşturulmuştur. 2001 yılında çıkarılan Elektrik Piyasası Kanunu'nu tamamlayıcı ikincil mevzuatlarının hazırlanması ile Elektrik Piyasası işlerlik kazanmaya başladı. 2012 yılına gelindiğinde; yaklaşık 55.000 MW Kurulu Güç kapasitesi, 230 milyar kWh tüketimi ve ortalama % 8'lik yıllık talep artışı ile devasa bir piyasa haline gelen sektör, artık yeni düzenlemelere ihtiyaç duymaktadır.
2001 yılından beri birincil ve ikincil mevzuatlarıyla yürütülmeye çalışılan Elektrik Piyasına giriş maddesi ile başlayalım:

Kanunun amaç maddesi

Kanunun amacı 1. maddede şöyle özetlenmiştir: Elektriğin yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreyle uyumlu bir şekilde tüketicilerin kullanımına sunulması için, rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek, mali açıdan güçlüistikrarlı ve şeffaf bir elektrik enerjisi piyasasının oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanmasıdır.
2001 yılında çıkarılan, 2012 yılında revize edilecek olan Kanun, 1. maddede özetlenen şekilde başarılı olabildi mi? Her fert; elektriğin yeterli olduğunu, kaliteli ve sürekli olduğunu veya tüketiciler, düşük maliyetli olduğunu söyleyebilir mi?
Elektrik enerjisinde arz ve talep 2001'den beri hep başa baş gitmiştir. Hatta 2001 ve 2008 kriz yılları olmasaydı, o tarihlerde arzın talebi karşılayamayacak duruma geleceği söylenebilirdi. Buna ilaveten TEİAŞ’ın hazırladığı 10 yıllık kapasite projeksiyonlarına göre mevcut yatırımların yapılması durumunda bile 2018 yılından sonra elektrik enerjisi arzının, talebi karşılayamayacağı belirtilmektedir. Dolayısıyla elektriğin henüz yeterli, sürekli ve istikrarlı olması için zamana ihtiyaç bulunmaktadır.
Kanun; rekabeti sağlayacak elektrik ve doğal gaz maliyetlerini düşürecek ve tüketiciye her an zam beklentisine karşın daha ucuz enerji temini sağlama noktasında yetersiz kalmıştır. Öyle ki; Kamuoyu her üç ayda bir Bakan'ın ağzından çıkacak cümlelere odaklanmış, yeni zam beklentileri içerisine girmiştir. Ulusal tarife temelinde işletilen fiyat eşitleme mekanizma uygulamasının sonlandırılmasından sonra tüketiciler veya üreticiler (-dağıtıcılar)  için tam bir rekabet piyasasının oluşması beklenmektedir. 4628 sayılı Kanun'da serbest tüketici başlangıç limiti 9 GWh olarak belirlenmiştir. 2012 yılına gelindiğinde limit, 25.000 kWh'e kadar gerilemiştir. 2004-2012 yılları arası hızlı bir düşüş gerçekleştiren serbest tüketici limiti, sıfır olduğunda piyasadaki her tüketicinin 
dağıtıcısını seçmesi ile rekabet başka bir boyut alacaktır.

Piyasaya Bakış

            Ülkemizde şu an mevcut Kurulu Gücün dörtte birine yakın 12.936,74 MW kapasitesinde ithal kömüre dayalı elektrik üretim santralı yatırımlarının lisans başvuruları, başvuru, inceleme-değerlendirme ve uygun bulunma aşamasındadır. Bu santrallerin de lisans almasıyla, yatırımları devam edenlerle birlikte, ithal kömüre dayalı santrallerin oluşturacağı ilave kapasite 18.477,74 MW’ye ulaşacaktır. Başka bir deyişle, mevcut Türkiye Kurulu Gücünün üçte birinden fazla güçte yeni ithal kömür santrali kurulması söz konusudur. Aynı şekilde lisans alıp, yatırımları süren doğal gaz santrallerinin Kurulu Gücü 13.283,80 MW’dir. Başvuru, inceleme-değerlendirme ve uygun bulma aşamasındaki santrallerin Kurulu Gücü ise 36.582,23 MW’dir. Bu santralların da lisans alması durumunda, lisans alıp yatırımı sürenlerle birlikte toplam 49.866,07 MW kapasite ile, bugünkü toplam Kurulu Güce yakın ilave doğal gaz santrali kurulacaktır [1]. Bu tablo Türkiye’nin genel olarak dışa bağımlılığını, özel olarak elektrik üretimindeki dışa bağımlığını daha çok gözler önüne sermektedir.
Elektrik enerjisi sektöründe yeniden yapılanma ve serbestleşmenin temel amacı; arz güvenliğini sağlamak üzere yeterli yatırımların yapılmasını sağlamaktır. 2001-2012 yılları arasında arz güvenliğini sağlamada istenilen yerlere gelinememiş, dışarıya olan bağımlılık ise her geçen yıl daha da artmıştır.  Türkiye; enerjide 1970’li yıllarda yüzde 50 civarında dışa bağımlıyken, bu oran; 1980’li yıllarda yüzde 60-65, 1990’lı yıllarda yüzde 65-70, 2000’li yıllarda ise yüzde 70-75 civarına yükselmiştir. Şu an bağımlılık oranı % 78'ler dolayındadır. Yıllar içinde enerjide dışa bağımlılığın arttığı görülmüştür [2]. Arz güvenliğini sağlamak için kesin ve radikal hamleler yapmak gerekiyor. Örneğin ülke enerji kaynaklarını kullanarak üretim yapacak olan yatırımcılara çok ciddi teşvikler verilmelidir.


                                                       Yayımlanan AB İlerleme Raporlarında; ülkemiz enerji 
                                               sektörüne ilişkin hep eleştiriler yapılmıştır. Kimi haklı, kimi
                                               haksız, kimi de tamamen siyasi eleştiriler olabilir. Eleştirilerin
                                               çoğunluğunda, ülkemizin mevzuatlarıyla AB müktesebatına
                                               büyük ölçüde uyum sağlamış olmasına rağmen, uygulamalarda
                                               hedeflerin hep uzağında kalındığı görülmüştür. Bu nedenle
                                               2001 yılından beri her yıl yapılan düzenlemelerle belirli bir
                                               aşamaya getirilen elektrik piyasası; yapılacak olan yeni
                                               düzenlemelerle daha çok uygulamalarda başarı gösterme nok-
                                               tasında etkili olması gerekecektir.
                                                         Özelleştirmeler konusunda ülkemiz 1990'lı yıllardan beri
                                               tam bir başarı sağlayamamıştır. Dağıtım özelleştirmelerinin
                                               üretim özelleştirmelerinden çok önce başlatılması, 2012 yılına
                                               gelindiğinde hala bazı dağıtım özelleştirmelerinin tamamlanma
                                               mış olması, üretim özelleştirmelerinde ise bir mesafe kaydedile
                                               memesi; mevzuatların ve uygulamaların başarısızlığını gözler
                                               önüne sermiştir.
                                                        Yapılan özelleştirmeler sonrası, çok yüksek devir bedelle-
                                               ri Kamuoyu'nun ilgisini çekmiş, ancak uygulamalar sırasında
özellikle finans safhasında yatırımcılar başarısız kalmıştır. Neticesinde ise yüksek devir bedellerinin teklif edildiği dağıtım bölgeleri hala özelleştirilememiştir. Özelleştirmelerin sadece gelir odaklı olmaması ve öngörülen piyasa modelinin sağlıklı işlemesi için gereken hukuki ve teknik gerekliliklerin yerine getirilmesi gerekmektedir.
            Kamu santrallerinin emre amadelik oranları düşük seviyelerde kalmaktadır. 24.000 MW kapasitesine sahip EÜAŞ'ın emre amade durumunda 16.000-17.000 MW sisteme sunması elektrik enerjisi arzında sorun teşkil edebilmektedir. Arıza ve rehabilite edilecek ünitelerin fazla olduğu eski Kamu santrallerinin bir an önce özelleştirilebilmesi için hukuki boşlukların hemen doldurulması gerekir.

            Neler Yapılabilir?
Yürürlükteki Kanun ve Taslak Kanun'da Kamu Kurum ve Kuruluşların yatırım yapamayacağı, sadece EÜAŞ'ın DSİ bünyesinde yapımı devam eden üretim tesislerini devralacağı belirtilmektedir. Ancak DSİ'nin yaptığı santrallerin devrine ilaveten 1990'lı yıllarda YİD kapsamında yapılan ve günümüzde süreleri bitecek olan santrallerin de devralınması gerekmektedir. Dolayısıyla bu tür devir işlemlerinin de yürütülmesi Bakanlık sorumluluğunda EÜAŞ'a verilmektedir.

Ekonomik ve sosyal gelişme hedefleri ile tutarlı olarak artan enerji talebimizi karşılayan yenilenebilir enerji kaynaklarının ulusal enerji stratejimizde öncelikli olması nedeniyle elektrik üretimindeki payı giderek artan rüzgar ve güneş enerjisi santrallerinin, iletim sisteminde oluşturduğu olumsuz etkileri en aza indirecek şekilde işletilmesine imkan verecek pompaj hidroelektrik santralları (PHES) gibi hibrit tesisler olarak projelendirilme uygulamaları giderek yaygınlaşmaktadır. Bu sistemler; depolanamayan ve üretildiği an tüketilmesi gereken elektrik enerjisinin depo edilme yöntemleri arasında sayılan 1970'li yıllardan itibaren dünyada uygulanan ve 130 GW üzerinde Kurulu Güç kapasitesine ulaşan ve  gelecek yıllarda pazar payını hızla artırması beklenen sistemlerdir. Söz konusu hibrit sistemler birincil ve ikincil mevzuatlarla desteklenmeli, RES ve GES'lerin devre dışı kalma olasılıklarına karşın yeterli teşvik verilmelidir.

Kanun'un 'Tüketicilerin Desteklenmesi' başlıklı maddesine 'Düşük Gelirli Tüketicilerin Desteklenmesi' alt başlığı eklenerek dünya ülkelerinde uygulanan ancak ülkemizde uygulama alanı henüz bulamayan bir konu eklenebilir. Türkiye kayıp-kaçak ortalamasının % 15, bazı bölgelerinin ise % 60-% 70 oranlarında olduğu düşünüldüğünde, elektrik faturalarından bir katkı payı alarak veya tüketicilerin kullandığı kWh elektrik başına ek bir ücret alarak geliri düşük tüketicilere yardım amaçlı bir fon oluşturulur ve böylece kaçağın önüne bir nebze geçilmiş olunur. Aynı zamanda bu tür bir yasal düzenleme yapılarak geliri düşük tüketiciye de Kamu ve toplum olarak el atılır.

Elektrik Piyasası Kanununda çevre hassasiyetleri ile ilgili olarak kapsamlı bir madde bulunmamaktadır. Üretim tesisi kuracak yatırımcıların ÇED raporu alma zorunluluğu dışında çevre mevzuatı maddesinin dışında birşey vurgulanmamıştır. Elektriğin kaliteli, güvenli ve ucuz sunulması, Kurulu güç portföyündeki baz yük santrallerinin aldığı paya bağlıdır. Bu yönüyle mevcut kömür santrallerimizin yüksek kapasite faktörüyle çalışması ve üretim lisansı almış kömür yakıtlı ilave kapasitenin devreye alınması önem arz etmektedir. 2010 yılı sera gazı emisyon değerleri incelendiğinde, kömür santrallerinin, ülkemiz sera gazı emisyonu salımında yüksek bir paya sahip olduğu görülmektedir.

2011 yılı Türkiye Kurulu Güç miktarları: (Kaynak-EÜAŞ) 


Kaynak Türü
Kurulu Güç (MW)
Kurulu Güç Payı (%)
 Doğal Gaz
         16.220,5
30,6
 Hidrolik
         17.080,7
32,2
 Linyit + Taş Kömürü
8473,2
              15,4
 İthal Kömür
           3.282,5
                7,9
 Sıvı Yakıt
           1.392,5
2,6
 Rüzgar
           1.691,8
                3,2
 Diğer
           4.309,6
8,1
 Toplam
         53.050,8
             100,0

2012 yılında yayınlanan ulusal sera gazı envanterine göre 2010 yılı Sera Gazı Salımları 401,9 milyon ton (bir önceki yıla göre % 8,7 artış) olmuştur. Enerji Alanındaki Salım Miktarı 285,07 milyon ton (Toplam emsiyonların % 70,9'u) gerçekleşerek toplam emisyonların büyük bir bölümünü kapsamıştır [3]. Enerji sektörünün, emisyon artışındaki bu önemli rolü şimdilik göz ardı edilmektedir. Çünkü Kyoto Protokol'üne taraf olan ülkemiz emsiyon azaltımı konusunda henüz bir sorumluluk almamıştır.
Ancak emisyon azaltımı yapacak olan tesislere yeni teşvikler getirirek, bu tesislerin kendi aralarında veya ulusal pazarda emisyon ticareti yapabilmesi konularında özendirici ve yönlendirici mevzuat değişikleri yapılabilir. Yüksek sera gazı salımlarındaki elektrik enerjisinin rolü bu şekilde bertaraf edilebilir.
Serbestleştirmesi öngörülen piyasada, pek tabii ki de Kamu Kurum ve Kuruluşlarının da serbestleştirilmesi öngörülebilir. Özelleştirmeler ve serbestleşen piyasada Enerji KİT'lerinin payı her geçen sene çok daha azalacağından; bu tarz etkili Kurumların ulusal ve özellikle uluslararası enerji piyasalarında etkin olması sağlanabilir. EÜAŞ, TEİAŞ, TEDAŞ, TETAŞ, BOTAŞ ve TEMSAN gibi Kamu Kurumlarının işlerliğini devam ettirilebilmeleri için, ulusal enerji piyasamızda rol alan tecrübeli ve büyük yabancı şirketler gibi aktif olmaya devam edebilirler. Dünyanın her noktasında yoğun bir şekilde çalışmalarına devam eden Ulusal Kamu Şirketimiz TPAO gibi. Bunun için Kanun değişikliği yanında Kamu şirketlerinin ana statülerinin de değiştirilmesi gerekiyor.

Sonuç
Kanunda elektriğin tüketicilerin kullanımına gerçek anlamda yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli, istikrarlı ve şeffaf sunulması için uygulamalarda kullanılabilecek veriler olmalıdır. Strateji belgelerindeki gibi gerçekleşmesi istenilen senaryolara göre değil de gerçekleştirilebilecek uygulamalara yer verilmelidir. Geçiş döneminde yapılan çalışmalar ve mevzuatlardaki düzenlemeler dikkate alınarak, geçiş dönemi sonrası ihtiyaç duyulan konulara tamamen cevap verilebilmelidir.
Enerji sektöründeki düşük yatırım oranlarının artırılması için geniş bir düzenleme ve denetleme mekanizmasına ihtiyaç vardır. Elektrik, Doğal Gaz, Petrol ve LNG gibi tüm sektörlerin tek çatı altında bir yapı oluşturarak her konuda piyasaya cevap vermesi oldukça zordur. Bunların her birinin ayrı büyük bir sektör olduğu düşünüldüğünde, sektördeki her yatırımcının veya ülkedeki her ferdin memnun edilmesinin zorluğu daha net anlaşılmaktadır. O nedenle Kamu tarafındaki piyasa oyuncularının ne denli zor şartlarda çalıştığını yatırımcılar bilmelidir. Nihayetinde sektör sadece özel bir sektör değil Kamu özel sektör işbirliğidir.
Artan enerji talebine cevap vermek için sadece yatırımların çoğalmasını sağlamanın yanında mevcut enerjinin verimli bir şekilde kullanılması çok daha önemlidir. 3-5 yılda bir gelen Ulusal veya Uluslararası krizlerde talebe en güzel şekilde cevap verebilecek olan yeni tesis kurmalar değil, enerjinin tasarruflu kullanılmasıdır. Halen devam eden Avrupa’daki finans krizinde yatırımcıların yatırım yapma potansiyelleri hiç şüphesiz eskisi gibi olmayacaktır. Bu yüzden uygulamalarda kullanılacak mevzuatları yaparken olası kriz dönemlerine göre de tedbirlerin alınması gerekiyor.
Ülkemizin son yıllarda gösterdiği ekonomik büyümeye paralel olarak enerji sektörünün de hedeflendiği noktalara gelmesi, sektörde bulunan herkesin arzusudur.




Kaynaklar
1.                  Türkiye'nin Enerji Görünümü 2012, TMMOB, Makine Mühendisleri Odası, Mayıs 2012
2.                  Sav M. Enerji Arz Güvenliğimiz, Enerji Dünyası Dergisi, Global Enerji Dergisi, 2011









                                                                  

8 Aralık 2015 Salı

İklim Değişikliğinin Termal Enerji Üzerindeki Etkisi Projesi Çalıştayları



ELEKTRİKTE ÖZELLEŞTRİMELER SÜRECİ

      

GİRİŞ

Son yıllarda enerji sektörüne özelleştirmeler damgasını vurdu. Zira dağıtım ve üretim özelleştirmeleri büyük bir hızla devam ediyor. Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), halen devlet elinde bulunan Elektrik Üretimi Anonim Şirketi’ne (EÜAŞ) ait enerji üretim tesisleri ve Elektrik Dağıtım A.Ş.’e (TEDAŞ) ait dağıtım tesislerinin özelleştirilmesi için çalışmalarını hızlı bir şekilde sürdürmektedir.

Üretim özelleştirmelerinde; 19 bölgeye ayrılan 52 HES’in özelleştirilmesi gerçekleştirildi. Bunların yanında öncelikli 4 termik üretim tesisinin portföy gruplarından ayrı olarak özelleştirilme kararı doğrultusunda çalışmalar büyük bir hızla sürmektedir. (Bu tesisler Hamitabat (1.120 MW), Soma A-B (1.034 MW), Çan (320 MW) ve Seyitömer (600 MW) ) İlk sırada Hamitabat Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş.’nin özelleştirme programına alınarak söz konusu tesisin 2012 yılı sonuna kadar özelleştirilmesi bulunmaktadır. Diğer 13 termik santralin ve uluslararası sular kapsamında bulunmayan 27 adet HES’in içinde bulunduğu 9 portföy grubun özelleştirilmeleri bu 4 tesisin özelleştirme süreci biter bitmez ÖİB tarafından başlanacağı söylenmektedir. Dağıtım özelleştirmelerinde ise sona gelinmek üzere. Makalenin yazıldığı tarihe kadar, dağıtım bölgelerinden 12 tanesinin özelleştirilmesi yapılmıştır. Aras dağıtım bölgesi için ise Danıştay tarafından yürütmenin durdurulmasına karar verilmiş olup, mahkeme sürecinin sonuçlanması beklenmektedir.

ÖZELLEŞTİRMELER SÜRECİ

Bugüne kadar yapılan özelleştirme ihalelerinde, özellikle Sendikalar, Sivil Toplum Örgütleri ve bir kısım Oda’larca açılan davalarda; başta kamu yararının olmadığı, rekabet ortamının sağlanmadığı ve imtiyaz sözleşmesi yapılmadan devir yapılmasının Danıştay ön denetimini engellediği gibi maddelere istinaden söz konusu özelleştirmelerin anayasaya aykırı olduğu iddia edilmiştir. Özellikle elektrik dağıtım özelleştirmelerinde 1990’lı yıllarda yoğun bir şekilde bu savlar öne sürülerek birçok enerji tesisinin özelleştirilmesi iptal ettirilmiştir.

Peki, ne oldu da 1990’lı yıllarda hep iptal ettirilen özelleştirmeler, son yıllarda iptal ettirilemeden seri bir şekilde yapılabilmektedir?

Özellikle 1999 yılından itibaren ve günümüzde de halen devam eden mevzuat değişiklikleri ile sürecin hukuki altyapısının oluşturulması, bu süreci olumlu etkilemiştir. 13 Ağustos 1999’da yürürlüğe giren Anayasa değişikliği ile “Anayasa’nın devletleştirme ile ilgili 47. maddesi, idarenin eylem ve işlemlerine karşı yargı denetimini düzenleyen 125. ve Danıştay’ın oluşumu ve yetkilerini içeren 155. maddeleri” değiştirilmiştir. Sözleşmelerin artık imtiyaz şeklinde olmayıp, özel hukuk hükümleri çerçevesinde düzenlenmesi benimsenerek, Danıştay incelemesinin bundan böyle -bağlayıcı olmayan görüş bildirme- olarak değiştirilmesi özelleştirmeler sürecini hızlandırmıştır. Ayrıca 2005 yılında özelleştirme uygulamaları aleyhine açılan davaların süratle sonuçlandırılmasını temin edecek şekilde mevzuat düzenlemeleri yapılmıştır. Tüm bunların yanında, Rekabet Kurumu; önemli bir denetim merkezi haline getirilerek, yapılan özelleştirme programlarında, rekabetin sağlanıp sağlanmadığı sıkı takip edilmeye çalışılmıştır.

2001 yılından itibaren, enerji sektöründe serbest piyasaya geçiş yapılarak, enerji politikaları artık başka bir sürece girmiş ve yeni mevzuatları ile  “daha kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreye uyumlu bir şekilde hem rekabet ortamına daha çok vurgu yapılan, hem de özel hukuk hükümlerine göre oluşturulan bir piyasa” benimsenmiştir. Böylece rekabeti dışlayan ve Devlet desteğine dayanan "karma ekonomici" bir sistemden, serbest piyasa mantığına göre işleyen rekabetçi ve aynı zamanda zorunlu kamu hizmeti yükümlülüklerini de ihlâl etmeyen ve Batı ülkelerinde de uzunca bir süredir uygulanan yeni bir sisteme geçilmesi amaçlanmıştır. Böylelikle önceleri Kamu hizmeti olarak sunulan elektrik enerjisi; 2001 yılından itibaren serbest piyasa ürünü olarak sunulmaya başlanmıştır.

Elektrik sektöründe, piyasanın oluşturulmasının en önemli adımlarından biri olan özelleştirilmelere yönelik çalışmalarda, önemli aşamalar kaydedilmiştir. Ancak daha iyi işleyen bir piyasa mekanizması kurulurken özelleştirmelerin, sadece gelir odaklı olmaması ve öngörülen piyasa modelinin sağlıklı işlemesi için gereken hukuki ve teknik gereklilikler de dikkate alınmalıdır. Özelleştirme süreci hızlı bir şekilde devam ederken, sürecin birçok olumlu tarafının yanında, finansman ve çevre riskleri ile yeni yatırım sorunları gibi konular ise halen yatırımcılarla Kamu Kuruluşlarını karşı karşıya getirebilmektedir.

Çevresel riskler konusu hem özelleştirmeler sürecinde hem de yeni yapılacak yatırımlar sürecinde gündemi en çok meşgul eden konuların başında gelmiştir. Küresel ısınmanın had safhaya ulaştığı, ülkemizin ise Kyoto Protokolüne dahil olduğu son yıllarda, üzerinde önemle durulması gerekmektedir.

Özelleştirmeler sürecinde; büyük ölçekli özelleştirme programlarını başlatan hükümetler, devirleri mümkün olduğunca hızlı bir şekilde tamamlamayı amaçladıklarından dolayı bu süreç içerisinde çevresel sorunlar ile ilgilenmeyi genellikle geciktirici bir faktör olarak görmüşlerdir. Ancak endüstriyel bir Kamu İktisadi Teşekkülün (KİT) özelleştirilmesinde çevre ile ilgili risklerin ciddi yatırımcılar açısından fiyattan daha önemli bir caydırıcı unsur olduğu göz ardı edilmemelidir.

Çevre risklerini minimize ederek sağlıklı bir özelleştirme süreci yönetebilmek için 1998 yılında bazı Avrupa ülkelerinde bir araştırma yapılmıştır. Araştırmaya göre; Macaristan, Litvanya, Polonya, Romanya ve Slovak Cumhuriyeti’nde özelleştirilen 216 tesis arasında özelleştirme sırasında yatırımcılara çevresel konularda bilgi sunulması, özelleştirme fiyatlarında önemli düzeyde artış (% 173) sağladığını göstermiştir. Sahanın kirlilik temizleme planlaması ile birleştirildiğinde ise özelleştirme gelirlerinin üç katına çıktığı ve özelleştirmenin daha hızlı bir şekilde (% 83 daha az zaman ve ortalamadan % 170 daha az sayıda ihale) olduğu gözlemlenmiştir [1].

Ülkemizde yapılan KİT özelleştirmelerinde en önemli sorunların başında ise KİT’lerce çevre kirliliğini önleyici yatırım yapmaları için bütçe ödeneğinin ayrılmaması gelmektedir. Örneğin; Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), baca gazı desülfürizasyonu için yapılacak yüksek maliyetli yatırımların, tesislerin özelleştirme gelirlerini arttırmayacağı, fazla zaman alacağı ve özelleştirmeye engel teşkil edebileceği görüşündedir. Yeni çevre mevzuatlarına göre; artık kömür yakan termik santrallerimizin neredeyse tamamında “Baca Gazı Kükürt Arıtma Tesisi"nin yapımı zorunlu hale gelmiştir. Bu kapsamda elektrik üretim tesislerinin çevreye olumsuz etkilerinin azaltılması veya giderilmesi için gerekli tedbirlerin alınmasında bütçe kısıtlamalarına gidilmesi gibi nedenler, özelleştirme sürecinin uzamasına sebep olacaktır.

Süreç çok hızlı devam ederken, enerji sektöründe yatırımların artmasını sağlamak için Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın bir çevre danışmanlık şirketinden çevresel durum tespiti konularında danışmanlık hizmeti alarak, bu süreci hızlandırmak istemesi ise çok olumlu bir adım olmuştur.

SÜRECİN GETİRDİKLERİ

Üretim ve dağıtım özelleştirilmelerinde temel amaç; özelleştirilen tesislerin daha verimli bir şekilde işletilerek maliyetlerin düşürülmesi, arz güvenliği ve kalitesinin sağlanması, özellikle elektrik kayıp-kaçaklarının önlenmesi ve verimlilik artışı ile sağlanan tüm faydaların tüketicilere yansıtılmasıdır.

Peki, yıllardır süregelen ve 2000’li yıllarda yoğunlaşan elektrik özelleştirmeleri ile yukarıda da hedeflenen amaçlara -en azından çoğuna- ulaşıldı mı?

Hem sektördeki yatırımcılar hem de tüketiciler için öncelikli öneme sahip konu; enerji maliyetlerinin ve fiyatlarının geleceğidir. Tüketicilerin yüksek elektrik ve doğal gaz faturaları için, sermaye şirketlerinin ise özellikle 2000'li yıllarda uzun aylar yerinde sayan veya çok az düşme yönünde eğilim gösteren enerji fiyatları için şikâyet ettikleri mercilerin; hep aynı yer olduğu düşünüldüğünde, enerji fiyatları konusunda mükemmel bir dengenin sağlanmasının, karar vericiler için ne kadar karışık ve zor olduğu çok net anlaşılmaktadır.    

·                 Bugüne kadar tüketicilerin beklediği gibi elektrik enerjisi fiyatlarında bir düşüş yaşanmamasına rağmen, yetkililerce uzun vadede elektrik enerji fiyatlarının düşeceği öngörülmektedir. Ancak, halihazırda ülkemiz elektrik fiyatları, birçok Avrupa ülkesine nazaran düşük oranlarda seyrettiği söylenebilir.

·                  Sektördeki Özelleştirmeler ile birlikte; elektrik tüketim fiyatlarının düşmemesine rağmen bugüne kadar her yılı büyük zararlarla kapatan devasa devlet şirketleri; -başta TEDAŞ gibi diğer KİT’ler- büyük zararlardan kurtulmaları beklenmektedir. Yani amacı kâr gütmek dahi olsa bile; sermaye şirketlerinin enerji sektörüne girmiş olmaları, Devlet kurumlarının daha az zarar etmesi, belki de yıl sonu bütçelerinin kâra geçmesi, ülke gayri safi milli hâsılasına hem katkıda bulunmuş olması hem de ülke halkının hakkı olan müreffeh bir hayat yaşamaları anlamına gelecektir.

·                 Son zamanlarda yapılan özelleştirmeler sonrası verilen çok yüksek devir bedelleri de kamuoyunun yoğun ilgisini çekmektedir. EPDK tarafından hazırlanan tarife metodolojisi veya 2013 yılında bitirilmesi gereken (yeni Enerji Piyasası Kanun taslağına göre bitiş tarihi 2015 yılı olarak değiştirilmiştir.) Geçiş Dönemi sonrası izlenecek politikalar belirsizliğini sürdürmektedir. Yüksek devir bedellerinin tıpkı şirketlerin vereceği yatırım taahhütleri gibi elektrik birim maliyetlerine eklenip eklenmeyeceği de ileriki süreçte netleşecektir.

Elektrik piyasasının serbestleşmesi sonucu yapılan Özelleştirmelerden sonra etraflıca konuşulacak bir konu daha ortaya çıkmıştır:

·                 Avrupa ve dünya ülkelerinin devlet enerji şirketleri veya devlet destekli şirketleri, Türkiye’de hem üretim ve dağıtım özelleştirmelerinde hem de enerji sektörü ile ilgili danışmanlık ve denetim mekanizmalarında çok önemli roller almaktadırlar. Örneğin; Avusturya devlet şirketi olan Verbund, Çek devlet şirketi olan CEZ, Almanya’nın en büyük ve dünyanın sayılı şirketlerinden RWE, Norveç’in en büyüğü Statkraft ve dünyanın en önde gelen danışmanlık şirketlerinden Amerika menşeli Deloitte gibi şirketler, kendi enerji pazarımızı yerli sermaye ve Devlet şirketlerimizden çok daha iyi bilecek konuma gelmişlerdir. Bunun enerji arz güvenliği ile ilgili olumsuz sonuçlarının ayrıca irdelenmesinin faydalı olacağı şüphesizdir, ancak konuya bu makalede başka bir açıdan bakılacaktır:
 
Ülkemizde, 2001 yılında yürürlüğe giren Enerji Piyasası Kanunu ile birlikte enerji sektöründe yapılacak yatırımların Kamu Kuruluşları yerine özel sermaye şirketlerince yapılması uygun görülmüştür. Artık EÜAŞ gibi Kamu Kuruluşları’nın ancak Bakanlar Kurulu’nun izin vermesi durumunda yeni üretim tesisi kurma, kiralama ve işletme görevi bulunmaktadır. Uzun yıllar yatırım yapmayacak veya yapamayacak olan EÜAŞ’ın, devamlı yatırım yapabilecek olan özel sermaye karşısında elektrik üretimi sektörü içerisindeki payı oldukça azalmış olacaktır. EÜAŞ’ın elindeki üretim tesislerinin çok büyük bir bölümünün de özelleştirme kapsamına alındığı düşünülürse, sektör içindeki payının çok daha azalacağı şüphesizdir.

·                     Dünyada adından söz ettiren dev enerji şirketleri gibi KİT’lerimiz de dünya enerji pazarına rahatlıkla açılabilirler. Örneğin en son Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) yurt dışında şirket kurması ve kurulmuş şirketlere iştirak etmesi için Bakanlar Kurulu, Kanun Hükmünde Kararname maddesi yürürlüğe koymuştur. KİT’lerin Ana Statülerinde ‘Teşekkülün amaç ve faaliyet konuları’ başlıklı maddelerinin kapsamı genişletilerek, Bakanlar Kurulu’nca böyle bir karar elektrik sektöründeki Devlet şirketleri için de alınabilir.

·                     Üretim bakımından enerji sektöründe şu an ülkemizin en büyük kuruluşu olmasının yanı sıra en güçlü sanayi kuruluşlarından da biri olan Elektrik Üretim A.Ş. artık, sadece Türkiye sınırları içerisinde değil, tüm dünyada elektrik üretim işleri ile ilgilenebilmelidir. Ayrıca, TEDAŞ’ın veya TETAŞ’ın da başka ülkelerde elektrik dağıtım ve satış olayına girmesi veya TEMSAN A.Ş. gibi bir şirketimizin de tüm dünyaya türbin elektro-mekanik teçhizatlarını ihraç ederek, dünya enerji pazarlarına girebilmeleri mümkündür.

Sadece Kamu Kuruluşları’nın değil, bununla birlikte özel enerji şirketlerimizin de enerji dünyasına açılması, Devletimizin de bunları iyi bir yatırım ortamı, teşvik ve yönlendirme politikaları ile desteklemesi gerekmektedir.
                                                                                                                     
KAYNAKALAR 

1.       T. Panayotou, (Harvard University) R.A. Bluffstone (Massachusetts Institute of Technology) - Lemons and Liabilities: Privatization, Foreign Investment and Environmental Liability in Central and Eastern Europe, 2003

7 Aralık 2015 Pazartesi

Enerjik Çevre


 

 

 ENERJİK BÜYÜME VE ÇEVRE ANALİZİ

 

 

 

   Mücahit SAV

 Mak. Yük. Müh.

 



Giriş

 

            İklim değişikliği ile mücadeleye yönelik olarak imzalanan ilk anlaşma 1992 yılında yapılan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesidir. Atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamak üzere Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içerisinde yer alan Kyoto Protokolü imzalanmıştır. Protokol, şu anda tüm dünyadaki 199 ülkeyi kapsamaktadır. Protokolde yer alan kimi ülkeler, karbondioksit ve sera etkisine neden olan diğer beş gazın salımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa emisyon ticareti yoluyla haklarını arttırmaya söz vermişlerdir.

Ancak dünya ülkelerinin % 99'nun imza altına aldığı, bununla birlikte özellikle gelişmiş ülkelerce üzerinde durulması gereken bu önemli konuya sadece dünya nüfusunun % 15'inin önem vermesi; başta enerji yatırımları olmak üzere tüm sektör yatırımlarının çevreye karşı mı yoksa çevreyle birlikte mi yapıldığı hakkında insanları düşündürmektedir.

           

            Dünyanın sanayileşmiş ülkelerinin destek vermediği çevre konulu programlara, ülkemiz farklı bir duyarlılık gösteriyor mu?

            BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 18. Taraflar Konferansı, 2012 yılında dünyada kişi başına karbon salımının en yüksek olduğu ülkelerden biri olan petrol zengini Katar'ın başkenti Doha'da gerçekleşti. 200’e yakın ülkenin katıldığı konferansta bir önceki yıl olduğu gibi 2012 yılında da Türkiye; küresel kömür yatırımlarında dünyada 4. olduğu, Bakanlı'ğın 2012 yılını kömür yılı ilan etmesi, Kyoto Protokolü kapsamında sera gazı azaltım hedefi belirtmemesi ve Kyoto Protokolü ikinci yükümlülük döneminde de (2012 yılı sonrası) azaltım hedefi belirtmeyeceğini açıklaması sebebiyle Günün Fosili ödülünü aldı. 



Enerji kaynaklarında % 70'in üzerinde dışa bağımlı olan ülkemizin, petrolde % 93, doğal gazda % 98 gibi çok yüksek oranlarda dış ülkelere bağımlı kalması; enerji kaynağı arayışlarında hem yerli kaynak olan kömüre hem de alternatif kaynak olan yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmesini sağlamıştır. Farklı enerji kaynaklarından yararlanmak zorunda olan Türkiye, gelişmekte olan ülkeler içerisinde yer aldığından, enerji yatırımlarına da hız vermek zorundadır. Yatırımların sonucunda çevreye özen gösterilmediği ve kimi zaman ise çevre faktörünün tamamen göz ardı edilebildiği görülmüştür. Dünya Enerji Konseyi'nce hazırlanan Sürdürülebilirlik Endeksine göre; 93 ülke arasında, enerji sekröründeki uygulamaların çevreye etkisi yani çevre duyarlılığı açısından 2011 yılında 69. sırada olan Türkiye, 2012 yılında 84. sıraya gerilemiştir [1]. Gelişmiş ülkeler gibi ülkemiz de yatırımlarından ve kalkınmasından vazgeçmemektedir. Yatırımlar yoğun bir şekilde yapılırken çevre faktörü de göz ardı edilmemesi gereken bir konu olarak ulusal ve uluslararası gündemin üst sıralarında yerini almaktadır.

             Adaletin Olmadığı Yer-Enerji Dünyası

20. yüzyılın sonunda dünyanın en zengin % 20 nüfusuyla, en fakir % 20'nin arasındaki gelir ve refah farkı 1/59 olarak hesaplanmıştır. Bu oran 1980'de 1/45, 1970'de 1/32 ve 1960'da 1/30'du. Her geçen yıl zengin ve fakir bölgeler arasındaki gelir farkı giderek artmaktadır [2]. Bununla birlikte yaşamın devamı için gerekli olan önceliklerin (enerji, su, hava, vb..) gelir ve refah seviyesinin düşük olduğu bölgelerdeki yokluğu; açlık, kıtlık, hastalıklar ve dünya savaşlarının çoğalmasına sebep olmaktadır. Dünya ekonomilerine yön veren süper güçlerin (Amerika, Çin, OECD, AB..) enerji dünyasındaki kıyasıya rekabetleri ve tüm insanlığı etkileyebilecek çevresel konulara yeterince önem vermemeleri sonucu, adaletten yoksun-yaşama saygısız ve çevreye duyarsız bir neslin bizi beklediğini söylemek çok da fazla abartılı bir söylem olmayacaktır.

 

Dünyada karbon salımının büyük bir bölümüne sebep olan ABD ve Çin gibi gelişmiş ülkelerin, uluslararası anlaşma ve protokollere kısmen taraf olması veya azaltım taahhütlerinden sürekli imtina etmeleri -ayrıca tüm bunlara ek olarak yüksek karbon içeren yatırımlarına da hız vermeleri, enerji ve çevre dünyasındaki adaletsizliği gözler önüne sermektedir.

 

Türkiye'de olduğu gibi tüm dünyada atmosfere salınan sera gazlarının büyük çoğunluğu enerji sektöründen kaynaklanmaktadır. 1800'lü yıllarda ilk üretimine başlanan petrol ve petrol ürünlerinin kullanımı yaklaşık 200 yıldır devam etmektedir. Ülkelerin fosil kaynaklı yakıtların kullanımından vazgeçmeleri bugün mümkün görülmemektedir. Bugün olduğu gibi uzun bir müddet, dünya bu kaynakları kullanmaya mecburdur. Ancak gelişmiş ülkelerin petrol ve petrol türevlerini kullanmaya devam ederek, yatırımlarını yapmaları sonucunda tüm insanlığın bir bedel ödemesi ise kaçınılmazdır.

 

            Bir enerji kaynağının yerini diğer bir enerji kaynağının alması tarih boyunca hep tekerrür etmiştir. Günümüz dünyasında kömür ve petrol gibi yakıtların yerini daha çok yine bir petrol türevi olan fosil kaynaklı doğalgaz ve nükleer enerji almıştır. Konvansiyonel yöntemlerle çıkarılan doğalgaz kullanımının tüm dünyada yaygınlaşmasından sonra yerine ikâme edilebilecek olan kaya gazı, şu an enerji dünyasına hızlı bir giriş yapmaktadır. ABD gibi enerji kaynaklarında ithalatçı bir konumda olan gelişmiş ülkeler, ithalat oranlarını düşürmek için yoğun bir şekilde kaya gazı üretimine başladılar. Ancak konvansiyonel yöntemlerin aksine hidrolik darbe metodu ile çıkarılmaya çalışılan bu yeni enerji kaynağının çevreye olan zararları nedeniyle insanlık yine tehlikelere maruz kalabilmektedir. İçme sularına verdiği zaralar ve deprem riski oluşturabilmeleri nedeniyle birçok ülkede yasaklanan, bazı ülkelerde ise çalışmaları durdurulan söz konusu gazın, tüm bunlara rağmen üretilen ve kullanılan diğer fosil kaynaklar gibi enerji dünyasında yerini alacağından kimsenin şüphesi yoktur.

            Enerjide arz güvenliği sorunu, iklim değişikliği gibi önemli bir konuyu gündemden uzaklaştırmaktadır. Türkiye gibi AB ülkeleri de enerjide büyük oranda dışa bağımlıdırlar. AB ülkeleri dışa bağımlılık oranlarını düşürmek ve enerji de farklı kaynaklara yöneldiğini göstermek için kömüre ağırlık vermeye başladılar. Örneğin, Polonya elektrik ihtiyacının % 90’ından fazlasını karşılamak için kömürden yararlanıyor. Ülke, AB’nin karbondioksit emisyonu hedeflerinin daha da yükseltilmesi yolunda yapılan tekliflerin önünü kesmiş durumda. 26 Avrupa Birliği ülkesi, 2030 yılı için yeni bir politika hazırlığı olarak sera gazı emisyonlarının azaltım hedefinin % 20'den % 30'a çıkarılması için çalışırken, başka bir taraftan kömüre destek verilemesinin istenmesi AB'nin tüm planlarını bozmaktadır.

            Yıllarca verilen sübvansiyonlarla yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelen Birlik üyeleri, son yıllarda içine düştükleri ekonomik kriz sonrası farklı kaynaklara yönelmeye başlamak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü sübvansiyonlarla gelişimini sürdüren yenilenebilir enerjinin geleceği, ülkelerin ekonomik zenginliğine bağlı olmakta, neticede söz konusu sübvansiyonlardaki çok küçük oranlardaki oynamalar bile enerji de ibreleri tamemen değiştirebilmektedir.

            Önce Yatırım mı Önce Çevre mi?

            Ülkemizin cari açığının büyük bir bölümü enerji sektöründen kaynaklanmaktadır. 2011 yılı enerji ithalatı 54 milyarken, 2012 yılı toplam ithalat miktarı olan 236,5 milyar doların 60,1 milyar doları enerji ithalatına ayrılmıştır. 2012 yılında gerçekleşen 46,9 milyar dolar olan cari açıkta enerji önemli bir paya sahip olmuştur [3]. Petrol ve petrol türevlerine olan ilginin, ülkemizin enerjide hem dışa bağımlı olmasını sağlamakta, hem de cari açığın yükselerek ekonomik dengeleri değiştirmesine sebep olmaktadır.

            EPDK verilerine göre; 2012 yılında doğal gaz kaynaklı lisans alıp yatırımları süren santrallerin kurulu gücü 17.263,20 MW’dır. Başvuru, inceleme-değerlendirme ve uygun bulma aşamasındaki santrallerin kurulu gücü ise 33.158,25 MW’dır. Bu santrallerin de lisans alması durumunda, lisans alıp yatırımı sürenlerle birlikte toplam 50.421,45 MW kapasite ile bugünkü toplam kurulu gücün yüzde doksanına yakın miktarda ilave doğal gaz santralinin kurulacağı belirtilmektedir [4]. % 98 oranında dışa bağımlı olduğumuz doğal gaza gösterilen bu ilginin çevresel bir risk getirmediği ancak ülke ekonomisine de bir külfet getirdiği bilinmektedir. Ancak doğal gaz yerine kömür kullanımını artırma durumunda ise iş dönüp dolaşıp tamamen çevre üzerinde kalmaktadır

            Başta enerji olmak üzere diğer sektör yatırımlarındaki hızlı artışlar beraberinde büyük çevresel sorunları getirmiştir. Neticede bu sorunları minimize edecek veya ortadan kaldıracak hukuki kuralların ortaya konma zorunluluğu oluşmuştur. Bu alanda en öne çıkan kural; herhangi bir projenin veya yatırımın çevre üzerindeki etkilerini belirlemek için 40-50 yıl öncesinde ABD ve AB ülkelerince başlatılan, ülkemizin ise 90'lı yılların ortalarına doğru uygulamaya koyduğu Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)'dir.

            Hem Kamu tarafının hem de piyasa tarafının en çok zorlandığı çevresel konuların başında gelen ÇED, çoğu zaman şirketler ile halkı karşı karşıya getirebilmektedir. Ülkemizin Karadeniz bölgesinde yapılan hidrolik santrallerinin doğaya, kıyı kesimlerinde yapılan rüzgâr santrallerinin kuşlara ve diğer canlılara, daha çok iç kesimlerde yapılan termik santrallerinin havaya ve tabiata zarar verebilmeleri sonucu; bu kaynaklarla yapılacak olan enerji santrallerinin çevresel raporlarının hazırlanmasındaki güçlüğünü daha net göstermektedir. Ancak enerji arz güvenliği için yapılması gerekli olan söz konusu yatırımların, mümkün olduğu kadar çevreye az zarar vermesi ve çevresel riskleri minimize etmesi için hem Kamu tarafına, hem özel sermaye tarafına, hem de bölgede yaşayan halka sorumluluklar düşmektedir.

            Ülkemizde 1983 yılında itibaren çevre alanında hazırlanan mevzuat çalışmaları, günümüzde sürekli güncellenerek uygulama alanlarını genişletmektedir. 1993 tarihinde hazırlan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinde; bu Yönetmelik öncesi uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış projelere veya bu tarihten önce üretime veya işletmeye başladığı belgelenen projelere Çevre Kanunu ve ilgili diğer Yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümlerinin uygulanmayacağına dair geçici bir madde eklenmiştir. Aynı şekilde tekrar bu sene yayımlanan Yönetmelik maddesi değişikliği ile 1997 tarihinden önce yatırım programına alınmış olup 2013 Nisan ayı itibarıyla planlama aşaması geçmiş olan veya ihalesi yapılan veya üretim veya işletmeye başlanan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislere, Çevre Kanunu ve ilgili diğer Yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümlerinin uygulanmayacağı belirtilmiştir. Söz konusu madde değişiklikleri ile ülkemizde yapılması düşünülmüş bazı büyük yatırımların, Çevre Hukuku açısından sorun oluşturmaması ve yatırımların bir an önce bitirilmesi için alınan önlemler uygulamaya konmuştur.

            2001 yılından itibaren, enerji sektöründe serbest piyasaya geçiş yapılarak, “daha kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevreye uyumlu bir şekilde hem rekabet ortamına daha çok vurgu yapılan, hem de özel hukuk hükümlerine göre oluşturulan bir piyasa” benimsenmiştir. 2001 yılında çıkarılan ve 2012 yılında revize edilen Elektrik Piyasası Kanunu'nda; üretim tesislerinin çevre mevzuatıyla uyumlu hâle getirilmesi için "EÜAŞ veya bağlı ortaklık, iştirak, işletme ve işletme birimleri ile varlıklarına ve 4046 sayılı Kanun kapsamında oluşturulacak Kamu üretim şirketlerine, bunların özelleştirilmeleri halinde de geçerli olmak üzere, çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31/12/2018 tarihine kadar süre tanındığı, bu sürenin üç yıla kadar uzatılmasına Bakanlar Kurulu yetkili olduğu, bu süre zarfında ve önceki dönemlere ilişkin olarak bu gerekçeyle, EÜAŞ veya bağlı ortaklık, iştirak, işletme ve işletme birimleri ile varlıklarında ve 4046 sayılı Kanun kapsamında oluşturulacak Kamu üretim şirketlerinde, bunların özelleştirilmeleri halinde de geçerli olmak üzere, elektrik üretim faaliyetlerinin durdurulamayacağı ve idari para cezasının uygulanmayacağına" dair geçici bir madde eklenmiştir. Uygulamaya geçirilen bu mevzuat değişiklikleri ile elektrik sektöründe, amaçlanan piyasanın oluşturulmasının en önemli adımlarından biri olan özelleştirilmeleri bir an önce bitirmek ve batı ülkelerinde uzunca bir süredir uygulanan sisteme ülkemizde başarılı bir şekilde geçilebilmesinin sağlanması amaçlanmıştır.

            Sonuç

            Bu sene bir enerji dergisine demeç veren Avrupa'da ki bir ülke yöneticisine göre; küresel ısınma sonucu elde edilebilecek en önemli avantajın, buzulların erimesi ile daha fazla petrol ve doğalgazın çıkarılabilecek olması, olayı traji-komik bir duruma düşürmüştür. Teoriye göre; buzulların erimesi ile deniz yüzeyi daha fazla ısıyı emecek, böylece deniz sıcaklıkları artacak ve artan deniz sıcaklığı nedeniyle buzulların altında bulunan donmuş tortuların erimesi gerçekleşecektir. Dünyadaki buzulların erimesine sebep olan fosil yakıtların yine her hâlükârda elde edilme isteği, insanoğlunun petrole olan bağımlılığını net bir şekilde göstermektedir.

            Uluslararası Enerji Ajansı gibi saygın kuruluşların altını çizdiği bir nokta var: 3-5 yıl öncesi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına ilgi gösterilmediği bu ilginin gelecekte daha çok azalma yönünde olması halinde dünyanın yine fosil kaynaklı yakıtlara mahkûm olacağı, sübvansiyonların değiştirilmemesi değiştirilecekse de artırılması yönünde bir politikanın uygulanması gerekmektedir.

            Başta ülkemiz olmak üzere, AB, ABD ve OECD ülkeleri yatırımlarını sürdürürken, sürdürülebilirlik ilkesince stratejilerini belirlemeye çalışmakta, özellikle enerji alanında çeşitliliğe önem vermek istemektedirler. Petrole olan bağımlılığın yanında özellikle önemli markaların ve şirketlerin çevreci bir duruş sergilemeleri -ister reklam amaçlı olsun ister çevre amaçlı olsun- enerji&çevre dünyasında güzel bir yaklaşım tarzı olmaya başlamıştır.

            Enerji dünyasında, eskilerin dediği gibi "yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal" çıkmazına girmemek için ülkelerin 'ya yatırım yapmayı ya da çevreyi' tercih etme yerine 'hem yatırımı hem de çevreyi' birlikte isteyen ülke profili çizmesinden başka çareleri bulunmamaktadır.

 

            KAYNAKLAR

            1. DEK-TMK Dünya Enerji Konseyi-Türk Milli Komitesi, 2012 yılı Enerji Raporu

            2. Girgin K., Bilen I., 21. "Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti ve Sorunları", Yeni Yüzyıl yayınları, 2011 – Dr. Müh. Cenk Sevim, Türkiye 12. Enerji Kongresi, 2012 Ankara

            3. Ülkü İstiklal MIHÇIOKUR, SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı - Enerji Görünümü, Nisan 2013

            4. Türkyılmaz O., Türkiye Enerji Görünümü 2013 – TMMOB Makine Mühendisleri Odası

ENERJİ DEPOLAMA SİSTEMLERİNİN ÇEVRESEL VE EKONOMİK ETKİLERİ

Giriş   21. yüzyılın başından itibaren artan enerji talebi, fosil yakıt rezervlerinin sınırlılığı ve iklim değişikliğinin yol açtığı küres...