4 Nisan 2019 Perşembe

ENERJİ VE İKLİM İKİLEMİ

ENERJİ - İKLİM İKİLEMİ
VE
TÜRKİYE


       Mücahit SAV                Osman ERK
Makine Yüksek Mühendisi*Uluslararası İlişkiler Uzmanı*

Giriş
Enerji, ülkelerin ekonomik büyümesi ve rekabet gücünün önemli girdilerinden biri olarak kabul edilmektedir. Taş kömürünün 1700’lü, petrolün 1800’lü yıllarda çıkarılıp, makinalı üretim araçlarında kullanılmasıyla başlayan enerji kavgaları ve 1990’larda başlayıp 2000’li yıllarda artarak süren iklim tartışmaları; günümüzde ülkelerin iktisadi ve siyasi ilişkilerinin önemli bir unsuru olmuş durumdadır. Enerji özellikle temiz enerji ile çevre kavramları yeni politika alanları olarak kendini göstermiştir.

Enerji eksenli tartışmalar her daim devam etmekte olup, barışın ve refah düzeyinin kaynağı olması gerekirken; günümüzde savaşların bir kaynağı olma durumunu devam ettirmektedir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgenin enerji kaynakları ve yine bölgesinde bulunan ülkelerin buna yönelik politikaları; son yüzyılda ortaya çıkan 1. ve 2. Dünya Savaşlarından sonra bile, bitmez tükenmez savaşların devamına sebep olmaktadır. Hızlı iklim değişikliği, petrol, doğalgaz ve kömür gibi kaynakların paylaşımı ve kontrolü ile enerjiye ulaşım sorunları; bu süreci en çok etkileyen unsurlar olarak görülmektedir.

Enerji ve Çevre ilişkisi, neredeyse yüzyıllara varan bir sorun olmasına rağmen özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde gündem olmuş ve 1990’larda uluslararası sorunlardan biri olarak yerini almaya başlamıştır. Artık ülkelerin enerji tüketirken emisyon değerleri de ciddi anlamda önem arz etmeye başlamıştır. Bu noktada, yenilenebilir enerji ile ilgili tartışmalar önem kazanmış ve yine yenilenebilir enerji teknolojisinde Avrupa merkezli şirketlerin (özellikle Almanya ve Danimarka) ciddi hamleleri olmaya başlamıştır. Bu anlamda karbon piyasaları, yenilenebilir enerji ve emisyon tartışmalarının, görece gelişmiş ülkelerden gelmesinin tesadüf ve sadece çevreye duyarlı bir inisiyatif olmadığı/olamayacağı gerçeğini göz önünde bulundurmak gereklidir.

Enerji kaynakları açısından büyük oranda dış ülkelere bağımlı olan Türkiye’nin en büyük dış ticaret açığı kalemi de enerji sektörü olarak kendini göstermektedir. Bu bakımdan, arz güvenliği kadar Türkiye’nin, cari açığının büyük bir bölümünü teşkil eden enerji ithalatı sorunu için de alternatif enerji kaynaklarına yönelme ihtiyacı doğmuştur. Bu kapsamda, enerji arz güvenliği ve yerlileşme ile kaynak çeşitliliği çalışmaları da alternatif enerji kaynakları bağlamında artarak devam etmiştir.

Enerji İkilemi
Daha önceden olduğu gibi son yıllarda da, enerji bağımlı ülkeler için enerji arz güvenliği sorunu devam ettiğinden ve hatta yer yer daha fazla arttığından, ekonomik rekabetler, siyasi krizler ve savaşların; enerji ve enerji kaynakları üzerindeki rekabet etrafında oluşması da doğal görülebilmektedir. Bu rekabet, küresel, bölgesel ve ulusal bağlamlarda ve çeşitli düzeylerde kendini göstermektedir.

1990 sonrasında Körfez krizleri, Irak’ın işgali, Batı Asya ve Kuzey Afrika, iç savaşlar sonucu Hazar Ekseni ile beraber, enerji eksenli gerilimlerin merkezine oturmuştur. Buna, başta Suriye, Irak ve Yemen gibi ülkelerde siyasal sistemlerin “başarısız devletler” şeklinde tezahür etmesi sonrası hem ilgili ülkelerde ve hem de bölgesel ve yer yer küresel düzeylerde etkinliğini göstermeye çalışan devlet dışı aktörler (ayrılıkçı yapılar, iç savaşların farklı tarafları, terör hareketleri, dini-siyasi temelli hareketler vs.) de eklenince dünyada enerji arz güvenliği riski birçok ülke açısından kendini daha fazla göstermiştir.

Soğuk Savaş sonrası “Yeni Dünya Düzeni”nde, 1974’teki krizden sonra görülen enerji ve enerji kaynakları üzerindeki rekabet durumu artmıştır. Ayrıca, % 90’ların üzerinde petrol ve gaz bağımlılığı bulunan birçok Avrupa ülkesinde, yenilenebilir enerji alanında bu dönemde ciddi adımların temeli atılmıştır. Genel olarak gelişmiş ülkelerde bu alanda önemli AR-GE yatırımları yapılmıştır. Daha sonrasında iklim değişikliği, düşük karbon ekonomileri gibi konular da temiz enerji ve çevre tartışmalarının paralelinde yükselmesi söz konusu olmuştur.


Türkiye’nin Enerji İkilemi
Türkiye, enerjide yaklaşık % 73 civarında dışa bağımlı bir ülke konumunda olup, petrolde yaklaşık % 93, doğal gazda ise % 98 seviyesinde dışa bağımlıdır. 2017 yılı itibariyle Türkiye’nin petrol ithalatının yaklaşık % 45’i ve doğalgaz ithalatının yaklaşık % 69’u sadece İran ve Rusya’dan yapılmaktadır. Enerji sektörü, siyasi ve iktisadi açıdan stratejik bir alan olduğundan, yüksek düzeydeki dış bağımlılık, Türkiye’nin ekonomi ve dış politikası açısından büyük riskler teşkil edebilmektedir.

2002-2018 döneminde (son 16 yılda) Türkiye elektrik talebi her yıl bir önceki yıla göre - 2009 yılı hariç - sürekli artış yönünde olmuştur. Yıllık elektrik talebinde ortalama artış % 5,45, 2017 yılı artışı ise % 5,22 olmuştur. Son 16 yılda toplam talep artışı % 120 olarak gerçekleşmiştir. Söz konusu bu artışlar; elektrik talep artışında Türkiye’yi dünyada Çin’den sonra ikinci sıraya yükseltmektedir.

Her yıl artan bu talebi karşılamak için ülkemizin yoğun enerji yatırımları yapması ve bunun yanında farklı enerji kaynakları arayışlarına girmesi gerekmektedir. Dolayısıyla sadece aynı ülkelere bağımlı kalmamak ve aynı zamanda petrol ve petrol türevlerine mahkûm olmamak için Türkiye’nin enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi elzem görülmektedir.

Uluslararası Enerji Ajansı ve diğer Uluslararası Kurum ve Kuruluşların raporlarındaki gözlemlere göre; her ne kadar yenilenebilir enerji alanındaki gelişmelerin artacağı beklense de petrol ve doğal gazın; orta ve uzun vadede uluslararası ilişkiler ve uluslararası siyasi denklemler arenasında belirleyici rolü devam edecektir. Bu anlamda, Türkiye’nin yakın coğrafyalarındaki siyasi gerilimlerin de orta ve uzun vadede devam edeceği öngörülebilmektedir. Türkiye açısından burada önem arz eden husus; ülkemizin bir enerji koridoru veya hub olma yönündeki stratejik konumudur.

Yakın coğrafyadaki tüm ülkeler gibi Avrupa Birliği ülkeleri de Türkiye’nin enerji koridoru özelliğini kabul ederek, bunu kendi avantajları için kullanmak istemektedirler. AB’nin önceliği; kendi arz güvenliğinin temini için Türkiye üzerinden Hazar ve Ortadoğu enerji kaynaklarına erişimi sağlamak, bir başka değişle Türkiye köprüsü üzerinden bu kaynakları AB’ye ulaştırmaktır. Bu politikalar doğrultusunda Türkiye’nin transit koridor rolü, kendi arz güvenliğinin temini için de avantajlar sağlamıştır. Enerji oyunları anlamında bakıldığında, enerji zengini ülkelerin önemli bir bölümünde karışıklıkların olması veya karışıklık potansiyelinin yüksek olması, bu ülkelerdeki enerji kaynaklarının nasıl ve hangi güzergâhtan geçirilmesi ve talep tarafındaki ülkelere eriştirilmesi tartışmasını beraberinde getirmektedir.


İklim İkilemi
İklim ile ilgili tartışmalar, 20. yüzyılın son çeyreğinde bir uluslararası sorun alanı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu anlamda en somut uluslararası adım, atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamak üzere Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi içerisinde yer alan Kyoto Protokolü’nü dünyadaki 199 ülkenin imzalaması olmuştur. Protokolde yer alan kimi ülkeler, karbondioksit ve sera etkisine neden olan gazların salımını azaltmaya veya bunu yapamıyorlarsa emisyon ticareti yoluyla haklarını arttırmayı taahhüt etmişlerdir.

Küresel İklim Değişikliği Anlaşması olan ve günümüzde hala geçerliliğini koruyan Kyoto Protokolü’nün 2020 yılında sona ermesinden sonra yerini alacak yeni anlaşma olan Paris Anlaşması ise 21. İklim Konferansında onaylanmıştır. Paris Anlaşmasıyla ilk defa büyük ve gelişmiş ekonomisi olan devletler önemli taahhütlerde bulunmuşlardır. Yaptıkları niyet beyanlarına göre; Avrupa Birliği (AB) 2030 yılı itibariyle sera gazı emisyonlarını 1990 seviyelerine kıyasla yüzde 40 azaltacağını taahhüt etmiştir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD); 2025 yılı itibariyle sera gazı emisyonlarını, 2005 seviyelerine kıyasla yüzde 28 oranına kadar keseceğini taahhüt etmiş ancak Trump başkanlığı dönemiyle ABD, bu anlaşmaya taraf olmayacağını uluslararası arenaya duyurmuştur. Rusya 2030 yılı itibariyle emisyonlarını 1990 seviyelerine kıyasla yüzde 30 oranına kadar kesmeyi taahhüt etmiştir. Çevre kirliliği konusunda ilk defa kesin bir tarih belirleyen Çin ise karbondioksit salımında 2030 yılını sınır olarak belirterek, o tarihten itibaren çevre kirliliğini azaltmayı amaçlamaktadır (Tablo 1) .

Tablo 1. Ülkelerin Ulusal Niyet Katkı Beyanı (2030 yılında)

Ülke Niyet Beyanı (%) Referans Yıl
ABD 26-28 2005
Çin 60-65 2005
AB 40 1990
Rusya 25-30 1990
Türkiye 21 2012

Çin, ABD, AB, Hindistan, Rusya, Japonya, Brezilya, Kanada gibi gelişmiş ülkeler dünya toplam emisyonlarının % 90’ından sorumlu ülkelerdir. Bu ülkelerce emisyonları kontrol altına alındığında, dünya üzerinde iklim değişikliğine yönelik tehditler de zaten büyük oranda bertaraf edilmiş olacaktır.

İklim müzakerelerinde; gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere nazaran sera gazı emisyonlarını azaltmak için daha iddialı ulusal hedefler taahhüt etmeleri beklenmektedir. Büyük petrol üreticisi ülkeler küresel iklim anlaşmalarıyla fosil yakıt talebinin ve fiyatlarının azalacağından endişe ettiklerinden, bu anlaşmalara sıcak bakmamaktadırlar. Özellikle zengin ve sanayileşmesini tamamlamış ülkelerin kendi paylarına düşeni yapmadıkları için geri kalan diğer ülkelerin de iklim değişikliklerini gerçek anlamda koruyucu bir anlaşmanın olacağı konusunda isteksizlik gösterebilmektedirler.

Türkiye’nin Bu İklim İkilemi İçerisindeki Yeri

TÜİK tarafından açıklanan en son verilere göre; Türkiye’nin 2016 yılı toplam sera gazı emisyon miktarı 1990 yılına göre % 135,4’lük bir artış göstererek 496,1 Mt CO2 eşdeğeri olmuştur. Türkiye’de kişi başına düşen sera gazı emisyon miktarı 2015 yılında 6.04 ton CO2 olan değer 2016 yılında 6.3 ton’a yükselmiştir. Kişi başına düşen emisyonlar 1990 yılında 3,8 ton/kişi olarak hesaplanmıştır. 2016 yılında toplam CO2 emisyonlarının % 86,1’i enerjiden, % 13,6’sı endüstriyel işlemler ve ürün kullanımından, % 0,3’ü ise tarımsal faaliyetler ve atıktan kaynaklanmıştır . Karbon emisyonlarındaki en büyük payı her yıl olduğu gibi yine enerji kaynaklı emisyonların oluşturduğu görülmektedir.


Türkiye; sanayileşme sürecini tamamlamamış ve gelişmekte olan bir ülke olarak sadece OECD üyesi olması nedeniyle, uluslararası iklim müzakerelerinde ve karbon ticaretinde hak ettiği yeri henüz alamamıştır. Bugüne kadar atmosfere saldığı toplam emisyon miktarı, yıllık emisyon miktarları ve kişi başına emisyon oranları açısından OECD, AB ve dünya ülkeleri ortalamasının çok altındadır.

Enerji-İklim İlişkisi

Sivil toplum kuruluşu Karbon Bildirim Projesi tarafından hazırlanan Carbon Majors Report'a göre; küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının salımında en büyük rolü, dünyanın en güçlü enerji şirketleri üstlenmektedir. Aynı rapora göre; 1988 yılından bu yana gerçekleşen karbon salımının yüzde 71'i sadece 100 şirket tarafından gerçekleştirilmiştir [1]. Türkiye'de olduğu gibi tüm dünyada da atmosfere salınan sera gazlarının büyük çoğunluğu enerji sektöründen kaynaklanmaktadır.

Tablo 2: Karbon Salımının Yarısına Neden Olan 23 Şirket (1988- 2015)
Firma Toplam Salım Miktarı (MTon) Toplam Salım Payı (%)
Çin Kömür Şirketi 128,933 14,3
Suudi Aramco 40,561 4,5
Gazprom 35,221 3,9
İran Petrol Şirketi 20,505 2,3
Exxon Mobil 17,785 2
Hindistan Kömür Şirketi 16,842 1,9
Pemex 16,804 1,9
Rusya Kömür Şirketi 16,740 1,9
Shell 15,017 1,7
CNPC 14,042 1,6
BP 13,791 1,5
Chevron 11,823 1,3
PDVSA 11,079 1,2
Abu Dabi Petrol Şirketi 10,769 1,2
Polonya Kömür Şirketi 10,480 1,2
Peabody Enerji 10,364 1,2
Sonatrach SPA 8,997 1
Kuveyt Petrol Şirketi 8,961 1
Total 8,541 0,9
BHP Billiton 8,183 0,9
Conoco Philips 7,463 0,9
Petrobras 6,907 0,8
Lukoil 6,750 0,8
Toplam 446,558/899,199 49,8/100

Gelişmiş bazı ülkeler; yaklaşık 200 yıl öncesinden itibaren gelişmelerini sürdürürken ve ekonomilerinin büyüme aşamalarında karbon oranı yüksek fosil yakıtları yoğun bir şekilde kullanmışlardır. Dünyanın kümülatif karbon yüküne büyük oranda yıllar öncesinden etki etmeye başlamışlardır. Ülkemiz gibi birçok gelişmekte olan ülke; büyük sanayi kalkınmalarına ise yeni yeni başlamışlardır. Bu ülkelerin yaklaşık 30-40 sene öncesinden konuşulmaya başlanılan iklim değişikliği anlaşmalarına hemen adapte olmaları beklenmektedir. Ancak ülkelerin büyük bir çoğunluğu, dünyanın kirlenmesine sebep olan küresel ekonomiler ile aynı kategoride tutulmamayı beklemektedir. Yatırım yapma ihtiyacı olan çok sayıdaki ülke ile düşük karbon ekonomilerine geçiş yapmak isteyen veya geçiş yaptığını söyleyen ülkeler arasındaki dengenin çok iyi oturtulması gerekmektedir.


İklim Değişikliği için Oluşturulan Mekanizmalar ve Karbonun Piyasa Metası Olması
Yukarıda belirtilen iklim anlaşmalarına göre; emisyon hedefini belirlemiş gelişmiş ülkeler emisyon azaltımı konusunda müşterek projeler yürütebilmektedir. AB ülkelerinde olduğu gibi bu projeler ile emisyon hacmini azaltan ev sahibi bir ülke ERU (Emisyon Azaltım Birimi - Emission Reduction Unit) adı verilen krediler kazanmaktadır. Daha sonra kazanılan bu krediler, emisyon hedefi belirlemiş yatırımcı ülkeye satılabilmektedir. Bu şekilde, yatırımcı ülke satın aldığı kredileri toplam hedefine eklemekte ve sera gazı emisyonunu arttırabilmektedir. Daha sonra transfer edilen emisyon azaltım kredisi, ev sahibi ülkenin toplam sera gazı emisyonundan düşülmektedir. Bu sistemin önemli bir özelliği olarak ülkeler, Kyoto Protokolü taahhütlerini esnek biçimde maliyet etkin olarak yerine getirirken, projeye ev sahipliği yapan ülke, yabancı sermaye yatırımlarının yanı sıra teknoloji transferinden yararlanmaktadır.

Son dönemlerde, karbonun finansal bir değerinin oluşmasıyla düşük karbon ekonomilerine doğru hızlı bir yönelim başlamıştır. Karbon ekonomileri alanında; yukarıda ifade edilen mekanizmaların da etkisiyle, şirketler ve ülkeler, Kyoto Protokolü mekanizma ve metodolojilerini temel alan bazı uluslararası sivil toplum örgütlerine ait standartlar sayesinde Karbon Piyasalarından yararlanmaktadırlar. Dünyada şu an en büyük küresel 10 ekonomiden 7’si karbonu fiyatlandırmıştır. Karbon ticareti piyasası günden güne büyüyen bir ekonomi haline gelmiştir. Küresel piyasalarda, 2005 yılında 10 milyar dolar işlem hacmi olan karbon piyasası, 2016 yılı itibariyle yaklaşık olarak 150 milyar dolarlık bir piyasa haline gelmiştir [2]. Türkiye de bu tür bütçelerden pay almak için değerlendirmelerini yapmalıdır.

SONUÇ
Ekonomilerin gelişmesi için gerekli olan kesintisiz, kolay erişilebilir, çevreye duyarlı ve kaynak çeşitliliği olan enerji, tüm ülkelerin ve ekonomi politikalarının odak noktalarından biridir. Çok dinamik bir sektör olan enerji sektörü; özellikle zengin kaynaklara sahip olan ülkelerin artık enerji üretim kaynaklarının çevresel etkilerini de hesaba katarak üretim yapmaları gerekmektedir.
Türkiye, stratejik coğrafi konumu sayesinde, Avrupa’nın enerji güvenliğinde çok önemli bir oyuncu durumundadır. Enerji kaynakları yönünden zengin coğrafyaya yakınlığı ile bölgede önemli bir aktör olan Türkiye, bu avantajını değişmez ve sürekli görmemeli; hem iktisadi anlamda dış ticaret açığının düşürülmesi perspektifinde ve hem de enerji arz güvenliği ve iklim-çevre bağlamında geliştirmeye çalışmalıdır.

Gelişmiş ülkelerin yalnızca çevre duyarlılığı nedeniyle değil, ticari kaygılarla iklim değişikliğini gündeme taşıdıklarını göz önünde bulundurmak gerekir. Ancak her ne kadar düşük karbon ve emisyon politikaları gelişmiş ülkelerin yeni piyasalar arayışı beraberinde geliştirilse ve bunu temel uluslararası sorunlardan biri olarak sunsa da enerji-iklim ikilemi sonucunda doğan çevresel boyutlar göz ardı edilmemelidir. Nitekim kayda değer büyüklükte bir piyasa haline gelen karbon piyasaları; iklim değişikliği ile mücadelede birçok faktörün göz ardı edilmesine sebep olmuştur. Karbon fiyatlarıyla dalgalanan bu yeni sistem; emisyonlar, temiz enerji ve iklim değişimi konseptleriyle yeni ekonomik rekabetlerin bir alanı olmaya doğru gitmektedir. Zira sürekli büyüyen ve hal-i hazırda milyarlarca dolarlık bir piyasayı oluşturan sektörde rekabet de kaçınılmaz olur.


KAYNAKLAR

1. CDP Carbon Majors Report 2017

2. Türkiye’de Sera Gazı Emisyon Ticareti Sisteminin Kurulmasına Yönelik Yol Haritası, ÇŞB, PMR, 2016


* Mücahit SAV, ETKB/EÜAŞ Genel Müdürlüğü – Daire Başkanı

* Osman ERK, ETKB/Dış İlişkiler ve Uluslararası Projeler Genel Müdürlüğü – Enerji ve Tabii Kaynaklar Uzmanı





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ENERJİ DEPOLAMA SİSTEMLERİNİN ÇEVRESEL VE EKONOMİK ETKİLERİ

Giriş   21. yüzyılın başından itibaren artan enerji talebi, fosil yakıt rezervlerinin sınırlılığı ve iklim değişikliğinin yol açtığı küres...